Telefon
WhatsApp
İNSANLIK TARİHİNİN EN ESKİ MESLEĞİ...
300 X 250 Reklam Alanı

Bugün bana ayrılan köşede, Çumramızın da geldiği noktayı göz önünde bulundurarak çok büyük cephe yitiren özellikle küçükbaş hayvancılığın durumunu ilginize sunmaya gayret edeceğim.

Meslek hayatımın 22 yılını kendi memleketim Çumra’da geçirmiş, hayvan sağlığında ahırına, ağılına defalarca hizmet götürme şerefine nail olduğum üreticilerimizi en kalbi duygularımla anıyorum. Güncel veriler elimde olmadığı için tam sayı veremiyorum ama yüz bin başın altına düştüğünü tahmin ettiğim küçükbaş hayvancılıkta çok geri gittiğimiz kesin. 1980’li yıllarda 300 bin baş koyun keçi varlığına sahipti Çumra.  Tek başına 20 binin üzerinde küçükbaş hayvan varlığı olan Türkmenkarahüyük, Üçhüyük, Karkın, Abditolu ve İçeri Çumra gibi yerleşim alanlarında bugün kaç koyun sürüsü çıkar acaba merak ediyorum. Hem üreticinin yüzünü güldüren hem tüketicinin sofrasında et ve süt başta olmak üzere karnını doyuran bir sistemde herkesin karnı tok, sırtı pek bir toplumdan bugün söz edebilir miyiz acaba? Asıl sorun, çocuklarımız yeterli protein ile beslenip gelişimini tamamlaya biliyor mu, sağlıklı ve zekâ seviyesi yüksek nesiller yetişebiliyor mu sorularına cevap bulmak gerek diye düşünüyorum. İhtiyacınız olan her mal ve ürünü ithal edebilirsiniz ama kendi memleketinizde yetişen özellikle gıda ve tarım ürünlerini kendi çiftçimize ürettirmek en akılcı yoldur kanısındayım. Hem kimseye muhtaç olmayız hem paramız içeride kalır hem de çiftçimiz kazanır, öyle değil mi? Dışarıda daha ucuz diye aldığınız her ürün, kendi üreticimizin sonunu hazırlar, bunu önlemenin yolu onlara destek verip maliyeti düşüren tedbirleri devreye sokmaktır. Sorunları doğru tespit edersek çareler üretebiliriz. En fazla kan kaybeden sektörlerin başında gelen hayvancılıkta dünün ve bugünün sorunlarını yarının nesillerine aktarabilmek için seçtim bu konuyu. Varsa doğrularımız ve yanlışlarımızdan ders çıkarmaları için yazmak gerektiğine inanıyorum. 2015 yılında yazdığım konu ile ilgili yazılarımı da güncel hale getirip harmanlayarak, küçükbaş hayvancılığın büyük bir sorununu gündeme taşımak istiyorum. Başlıktan da anlaşılacağı üzere ‘ÇOBANLIK’ hakkında yıllar önce neler söylemişiz, anılarımı da içine katarak okuyucumla paylaşmak istiyorum...

*

Yıllarca sosyal bir statüye, ekonomik güvencelere kavuşturulmak şöyle dursun; hiç gündeme bile gelip hatırlanmamış, sorunlarına sahip çıkılmamış, garip bir meslek çobanlık! Zaman içinde sayıları azala azala yok olma noktasına gelen çobanlıkla, koyunculuğumuz da neredeyse uçurumun eşiğine geldi haliyle. Küçümsenip, kız bile verilmez olmuştu çobana!

Bir zaman sonra anlaşıldı değerleri. Onlar eksildikçe sahadan; et, süt, peynir eksilmişti sofradan! Çayırlarda, meralarda meleşmez olmuştu kuzular…

ir zaman sonra anlaşıldı değerleri. Onlar eksildikçe sahadan; et, süt, peynir eksilmişti sofradan! Çayırlarda, meralarda meleşmez olmuştu kuzular… Konya’da 2009 yılında tutuşturulan bir meşaleyle, ilk ‘Çoban Eğitim Projesi’ hayata geçirilmiş ve kamuoyunda büyük yankı uyandırmıştı. Son 15-20 yıllık zaman diliminde ağır darbe yiyerek gerileyen koyunculuğumuzu yeniden canlandırmak için çareler arayan bir ekip, kafa kafaya vermiş ve bir çalışma başlatmıştı. Sebepler sorgulandığında; koyunculuğun cephe yitirmesinde en önemli ve acil sorunun çoban problemi olduğu anlaşılmıştı. Bakanlığımız tarafından 2009 yılında başlatılan bir projeyle çobanlık eğitimi yanında onlara bir statü de kazandırmak amaçlı ‘Sürü Yönetimi Elemanı’ adını koydukları kurslar başladı. Kurs sonunda bir sertifika ile ödüllendirildi çobanlık eğitimi alanlar ve kepenek giyme törenleriyle onore edildiler fakat asıl beklenti içinde oldukları sosyal güvence sistemine dahil edilemediler maalesef. Eğer çoban lar, yeni adıyla sürü yönetim elemanları sigortalı bir güvence sistemine kanun ve yönetmeliklerle kavuşmuş olabilselerdi iddia ediyorum bugün en kıymetli meslek grupları arasında olacaklardı.

Aslında herkesten fazlasını hakeden bu insanları tanımak lazım.

Meşakkatli, zor bir işin hakkından gelen bu insanların engin bir hayat tecrübeleri ve bilge yanları vardır.

Tabiat Ana her yıl ilkbaharda doğup, sonbaharda ölürken; gelişmelere bire bir şahit olan, onun her zaman en yakınında olan insandır çoban. Çiçeklerin açıp, kuşların yuva yapmasına; arıların, karıncaların, sincapların telaşına tanık olurken; dünyanın en gelişmiş laboratuvarında, deneye yanıla öğrenilen bir hayatın ona neler kazandırdığının farkında mıdır acaba?

Hava tahminlerini yürüten en doğal ve güvenilir meteoroloji uzmanı onlarmış gibi gelir bana. Yağmur, kar, tipi boran; gökten ne yağacaksa önceden bilip tedbir aldıkları nice hikâyeler dinledim onlardan. Göçerliğe devam eden Yörükler çok daha tecrübeli oldukları için sadece günü birlik değil, mevsimlerin tahminlerinde bile kolay kolay yanılmazlar. Keçilerinin davranışlarından, arılardan, kuşlardan; ay ve yıldızlardan anlamlar çıkarıp yorumlar yapar, fıkralara bile konu olurlar.

Bir ormancıdan dinlemiştim; Antalya Bey Dağlarında araştırma yapan bir Alman bilim adamıyla dost olan bir Yörük çobanının macerasını anlatmıştı. Günlük güneşlik bir havada keçilerini otlatan Yörük, Alman dostunu uyarmış: “Bir iki saat sonra ortalık karışacak, sel sele kavuşacak buralarda, tedbirini al, kendini bir kuytuya at canını kurtar!” deyince, Alman bilim adamı: “Uyduruyorsun herhalde! Gelişmiş teknolojik cihazlarım var, meteorolojik tahminler yapan aletlerim var ve hiç birisinden bir uyarı almıyorum!” der. Yörük: “Benim de keçilerim var, ben onların hal ve hareketlerine bakarım. Sen bilirsin, ben sürüyü alıp sığınacak bir yer bulmaya gidiyorum, söylemedi deme!” diyerek ayrılır…

Sonucu tahmin etmiş olmalısınız herhalde; Yörüğün dedikleri bir bir çıkar ve canını zor kurtarır zavallı adam. Hikâyeyi bana anlatan Orman Muhafaza Memuru Kemal Abimize sordum ben de bu Alman bilim adamı daha sonra ne yapmış acaba diye!

“Ne yapsın adam, almış eline o cihazları bir bir taşa çalmış; Yörüğün boynuzu kırık keçisi kadar olamadınız!” dediğini işitmiş yöre insanlarından… Daha pek çok özellikleri vardır çobanların. Doğada zehirli otları, mantarları, hayvanlarına zarar verebilecek tüm canlıları en iyi tanıyan yine onlardır. Güttükleri hayvanların hastalıklarında, zor doğumlarında, aşılama ve ilaçlama çalışmalarında hiçbir hayvan sahibi çoban olmadan o işlerin altından kalkamaz.

Süt sağımından koyun kırkımına, koç katımından üremesine kadar koyunculuğun her alanında var olan bu kıymetli insanlar; dağların başında tek başına mal ve can güvenliğinin de bekçisi, teminatı konumundadır. Ekili alanlara zarar vermeden sürüyü otlatmak yine onların önemli meziyetleri arasındadır. Hülasa; ülke ekonomisine yarattıkları katma değer bilinseydi bu ağır işçilerin ne sosyal ne ekonomik hiçbir sorunları kalmazdı bugün... ‘Sürü Yönetimi Elemanı’ kavram olarak ‘Çoban’ kelimesinin anlamını tam olarak karşılar mı, içini doldurabilir mi bilmiyorum ama asırlar boyu değişmeyen adıyla ansak daha doğru olurdu bence. Neyse, böyle durumlarda ‘Büyükler daha iyisini bilir’ diyerek topu taca atmasını öğrendik nasıl olsa.

Sertifikam, diplomam falan yok ama birinci sınıf bir çobandım ben de. Devlet memuru olarak ilk tayinim çıktığında, dağda koyun güdüyordum inanın. Bir yakınım ‘Müjdemi isterim’ diyerek elime bir sarı zarf tutuşturduğunda, 18 yaşındaydım. Babamdan duyduğuma göre de ilk deneyimim 4-5 yaşlarında, kuzu çobanlığıyla başlamıştı ve ben o günlerimi hiç unutmadım bugüne kadar…

Önce altını çizerek söylemek isterim ki; çobanlık mesleği, herkesin yapamayacağı kadar zor ve herkese nasip olmayacak kadar değerli bir meslektir. İnsana sabrı, kazancının kıymetini, doğayı, bitkileri ve hayvanları sevmeyi öğretir.

Çoban hep yalnız adamdır, en önce ailesinin değerini öğrenir. Özlem dolu, çile dolu bir hayat yaşar. Ana babasını, köyünü; evli barklıysa eşini ve çocuklarını özler. Türkülerinde bile hep sıla hasreti vardır.

İnancımızda, kültürümüzde de müstesna bir yeri vardır. Peygamber mesleği deriz bu yüzden. Allah bütün peygamberlere nasip ettiğine göre, kulunun en helal ve hayırlı rızık kazanabileceği mesleklerin başında gelir. Ağır sorumluluklar yükler insana.

Çoban; idaresinden sorumlu olduğu sürüyü bir arada tutmak, beslemek, tehlikelere ve hırsızlara karşı korumak zorundadır. Gece gündüz sürünün başında olmak, kurt saldırısı başta olmak üzere sürüsüne zarar verebilecek tehlikelere karşı tetikte olmak durumundadır. Onun böyle durumlarda tek yardımcısı ve dostu da çoban köpekleridir. Deneyimli bir çoban ilk iş olarak kendisine sadakatle bağlı, güçlü kuvvetli bir ‘Kangal Köpeği’ temin etmeye bakar. Özellikle geceleri, iyi bir Kangal’a sahip olmak bir şanstır gerçekten. Onun demirbaşları arasında ayrıca keskin bir bıçağı, kavi bir çoban sopası, kepeneği, içinde azığını ve suyunu taşıdığı heybesi, küçük bir el radyosu ile kavalını sayabiliriz. Kavalı her çoban çalamaz ama çalabilen de müthiş çalar doğrusu. Çok isterdim ama benim o şansım olmadı maalesef. Yine çobanın en değerli yardımcılarından bir diğeri de saydığımız demirbaşları her gün sırtında taşıyan eşeğidir. Bizim yöremizde ‘Davar Eşşeği’ diye bilinip söylenir. Çok önemli özellikleri vardır, her eşek sürüye uymaz mesela ve çobanın çok canını sıkar. Sürüde doğumlar başladığında, yedek bir heybe atılır üzerine ve otlakta yeni doğan kuzular bu heybeyle eşeğin sırtında taşınır. Köye gelinceye kadar bu kuzuların başına bir felaket getirmeyen davar eşşeği çok kıymetlidir. Küllük ya da tozlu yollarda yuvarlanmayı çok sever bu hayvancağızlar! Yuvarlanırken heybedeki kuzuları ezip öldüren eşek hikâyeleri dinlerdim eskilerden. Çoban bu nedenle eşeğinden hiç gözünü ayırmaz böyle zamanlarda.

Kuzuların doğum zamanı deyince; köyümde bizim çocukluk yıllarımızda yaşanan, şimdi artık unutulan bir gelenekten söz etmek istiyorum. Köyün 6-7 yaşından 12 yaş grubuna kadar olan çocukları ilkbaharda, Mart-Nisan aylarında toplanır, çobanların yanına giderdik. Yeni doğan kuzu ve oğlakların kime ait olduğunu çobandan öğrenip teslim aldıktan sonra, kucağımıza alıp sevinçle köye döner sahiplerine teslim ederdik. Bu hizmetimizin karşılığında adına honça denen küçük hediyeler alırdık. Müjde karşılığında verilen armağan, bahşiş anlamına gelen honça, yeni neslin bilmediği, tatmadığı bir duyguydu. Çoğunlukla yumurta verilirdi çocuklara. Ekiz doğumlarda iki yumurta alınırdı, ayrıca dişi kuzu ve oğlaklar için bazı aileler yine iki yumurtayla ödüllendirirdi çocukları. İşin ilginç yanı, her evde bolca bulunan yumurta, bir ödül olarak başkalarından alındığından olsa gerek kıymetli olurdu. Sonra o yumurtaları topluca bir tenekede soğan kabuklarıyla kaynatarak boyalı yumurtaya çevirip paylaşırdık. Öyle çok eğlenirdik ki anlatamam. Hiç kimse kendi kuzu ve oğlağını taşımaz, başka bir komşununkini götürüp hediyesini alırdı. Bazen iki üç sefer yaptığımız olurdu ve kucağımızda taşıdığımız yeni doğmuş o sevimli yaratıkların üstümüze bulaşan sıvılarından ve sinen kokularından hiç birimizin annesi rahatsız olup kızmazdı. Aksine teşvik edip başımızı okşar, tekrar temiz kıyafetler giydirirlerdi. Ah ne güzel günlerdi o günler, dolu dolu yaşadığımız çocukluk yıllarımız. Şimdiki çocukların pahalı oyuncakları var ama asla tadamayacakları duygular vardır, işte onları da biz yaşamıştık…

Anasayfa Reklam Alanı 1 728x90

0 Yorum

Henüz Yorum Yapılmamıştır.! İlk Yorum Yapan Siz Olun

Yorum Gönder

Lütfen tüm alanları doldurunuz!

sol reklam

Puan Durumu

Takım OM G M P
1 GS  Galatasaray 10 9 0 28
2 SAMS  Samsunspor 11 8 2 25
3 FB  Fenerbahçe 10 7 1 23
4 BJK  Beşiktaş 10 6 2 20
5 EYP  Eyüpspor 11 5 2 19
6 SVS  Sivasspor 11 5 4 17
7 GÖZ  Göztepe 10 4 3 15
8 İBFK  Başakşehir 10 4 3 15
9 KSM  Kasımpaşa 11 3 3 14
10 KON  Konyaspor 11 4 5 14
11 TS  Trabzonspor 10 2 2 12
12 GFK  Gaziantep FK 10 3 4 12
13 BOD  Bodrum 11 3 6 11
14 ANT  Antalyaspor 11 3 6 11
15 ALNY  Alanyaspor 11 2 5 10
16 ÇRZ  Ç.Rizespor 10 3 6 10
17 KYS  Kayserispor 10 1 3 9
18 HTY  Hatayspor 10 0 7 3
19 ADS  Adana Demir. 10 0 8 2
20

Reklam

Çumra Nöbetçi Eczaneler

Sidebar Alt Kısım İkili Reklam Alanından İlki 150x150
Sidebar Alt Kısım İkili Reklam Alanından İlki 150x150

E-Bülten Aboneliği