EKMEK
Biz Türker’de geleneksel olarak şu üç şeye çok değer verilir: At, avrat, pusat (silâh).

Bence buna bir dördüncüsünü de eklemek gerek: Ekmek. Kahvaltılarda, yemeklerde onsuz edemediğimiz, kazara yere düşürsek, öpüp alnımıza götürdüğümüz ekmekten bahsediyorum. Bakalım bu yazı beni nerelere alıp götürecek?
Hepimizin bildiği gibi ekmeğin birçok çeşidi olsa da çocukluğumda bana “Kaç çeşit ekmek var?” diye sorsalardı, şöyle cevap verirdim herhalde: Ev ekmeği, çarşı ekmeği, tandır ekmeği, yufka ekmeği.
Ev ekmeği, on yaşına gelinceye kadar evde yediğimiz, annemin yaptığı ekmeklerdi. Mahallemiz, göçmenlerin oturduğu mahalle olduğu için çevremdeki arkadaşlarımın çoğu annelerinin yaptığı ev ekmeklerini yerlerdi. Bu ekmek göçmen fırını denen, önünde ekmek atmak için yarım ay şeklinde açılmış bir ağzı bulunan, dikey duvar ve ona bağlı kubbemsi bir kısımdan oluşan fırınlarda yapılırdı. Daha önce bir ekmek teknesinde yoğrulmuş olan hamur, tavalara konulur, fırının önüne hazırlanmış sacayakların üzerine yerleştirilir ve sonra bir ekmek küreğinin ağzında fırına atılırdı. Tazeyken tadına doyulmazdı bu ekmeklerin. Annem bir haftalık ihtiyacımızı karşılayacak şekilde on iki tane yapardı.
Çarşı ekmeği hepimizin bildiği beyaz undan – o zamanlar has un dediğimiz – yapılırdı. Üç tane fırın vardı Çumra’da. Hüsamettin’in fırını diye anılan bir yerde bugünkülere benzemeyen tava ekmeği de yapılırdı. On yaşından sonra çarşı ekmeği yemeğe başladık. Fırından ekmek almak, evin en büyük çocuğu olarak bana düşerdi. Her gün dört veya beş ekmek, fırın kâtibi tarafından fileye doldurulur, ben de fileyi sırtıma yüklerdim. Taşıması daha kolay olduğu için mi, yoksa, bir elimle fileyi tutarken, diğer elimi arkaya götürerek çimdik çimdik ekmek kopardığım için mi bilmiyorum. Eve gelinceye kadar, ekmeklerinin birkaçının arkası fare yeniği gibi olurdu. Annem kızardı ama kimin umurunda.
Tandır ekmeği yapan birkaç komşumuz da vardı. Ekmek yaptıkları gün birkaç tane getirirler, sıcak sıcak yerdik. Eşimin annesi de zaman zaman tandır ekmeği yapardı. Tandır ekmeği yapmanın özel bir maharet istediğini onda gördüm. Çünkü hamurun tandır duvarına yapıştırılacağı ve tam piştiği zamanı kestirmek, tecrübe işidir. Aksi halde hamur duvardan düşer ve yanar.
Bizim evde, yufka ekmeği böreklik yufka açmanın dışında, Ramazan aylarında yapılır, özellikle bu aylarda sahurda içine konulan yumurta ve peynirle dürüm yapılarak yenirdi. Bazı komşularımız, her öğün yemeklerini yufka ekmeği ile yerlerdi. Yufkaların kurutulduktan sonra uzun süre dayandığını hatırlarım. Yenileceği zaman, üzerlerine su serpilerek ıslatılırdı.
Her tür ekmeğin fırından yeni çıktığı zaman tadı bir başka olur. Buharı tüten sıcak bir ekmeği yemenin zevki bir başkadır. Nefis bir ekmek kokusu sarar ortalığı. Hele içine bir de yağ sürüldü mü tadına doyum olmaz. Ekmekler bayatladığı zaman atılmaz, doğranır tirit yapılır. Bazı sabahlar da yumurtaya daldırılarak pişirilen yumurtalı ekmek olarak çıkar karşınıza. Bazıları da kuru ekmeği çorbaya doğrayarak yemeyi severler. Özellikle yaz günleri, çocuklar oyun oynamaktan yorulur, acıkır ve ter içinde evlerine giderler, bir süre sonra, hepsinin ellerinde bir dilim ekmekle sokağa çıktıkları görülürdü. Ekmeklerin üzeri boş olmazdı tabii. Kiminin annesi yoğurt sürüp üzerine şeker veya kırmızı biber eker, bazı çocukların ellerindeyse, üzerine kırmızı biber ekilmiş, zeytin yağı veya ay çiçek yağı sürülmüş ekmekler olurdu. Dürüm yapılmış yufkaları yiyen çocuklar da vardı. Üzerine Sana yağı sürülmüş çarşı ekmeğini tercih eder memur çocuklarını da eklemeliyim. Şimdi düşünüyorum da meğerse, çocukların ellerindeki ekmekler ve üzerine sürülen şeyler, çocukların sosyal durumları ve aile yapıları hakkında bilgi veriyormuş.
Son bilgilerimize göre insanlık tarihinin bilinen ilk ekmeği günümüzden 8600 yıl önce Çatalhöyük’te yapılmış. Ne mutlu bize ki, ilçemiz tarihte bu denli önemi olan bir yerin yakınında kurulmuş. Bunun değerinin bilincinde miyiz, burasını yeterince tanıyor muyuz, tanıtabildik mi? Bu konularda çok şey söylenebilir ama bu yazının konusu değil.
Ekmek o günden beri Anadolu insanının beslenme ihtiyacını karşılayan en önemli gıdası olmuş. Gıdalarımız çeşitlense de çoğumuz ekmeksiz yapamayız. Makarna bile ekmekle yenir bizde. Yoksul evlerde zeytin bir ısırışta yenmez, ekmeğe katık edilir. Köylü tarlasında yemek yiyeceği zaman çıkınını açar, domates, biber, kuru soğan, Allah ne verdiyse, ekmeğin yanında yer. Mutluluğun paradan önce geldiği, “Huzurum olsun da soğan ekmeğe razıyım” sözleriyle ifade edilir.
Hayatı tanımayan çocukları, “hele bir elin ekmek tutsun” diyerek hayata hazırlarız. “Ekmek parası kazanmak” deyiminin, çakışarak evin geçimini sağlamak anlamına geldiği başka dil var mıdır bilmiyorum. İş bulmanın zorluğunu anlatmak için “ekmek aslanın ağzında” deriz. Çalıştığımız yer, “ekmek kapısıdır.” Küçük esnafın dükkânı, taksi şoförünün taksisi, dolmuşçunun dolmuşu onlar için “ekmek teknesi” olur. “Kimsenin ekmeğiyle oynamak istemeyiz”. Hiç çalışmadan, gününü gün ederek yaşayan insanlar için de güzel bir deyimimiz var: “Ekmek elden, su gölden yaşamak.” Çok çalışkan, becerikli, hiçbir zorluktan yılmayan, “ekmeğini taştan çıkaran” insanlar da vardır. Yeminlerimiz bile ekmeklidir: “Ekmek Kur’an çarpsın”, “yediğim ekmeğin hayrını görmeyeyim”. Hayata tutunabilmek için verdiğimiz mücadele “ekmek kavgası”dır. Şu anda bir atasözü geldi aklıma: “Anamın ekmeğine kuru, ayranına duru demem” Türkçemiz ekmekli deyimler ve atasözleri yönünden o kadar zengindir ki, yukarıda yazdıklarım hemen hatırlayıverdiklerim. Biraz araştırsam, daha neler bulacaktım kim bilir!
Aynı kökten gelmeseler de sadece bir harf farkla, ekmek ve emek kelimesi bir arada çok anlamlı gelir bana. Emek hem ekmeğin hem de üretilen her şeyin içinde vardır. Çalışanın alın terinde, hatta; “Selvi Boylum Al Yazmalım” filminde olduğu gibi sevgi de bile somutlaşır. Yani, “Sevgi emektir.”
Günlük hayatımızın vazgeçilmez bir parçası olan ve deyimlerimize giren ekmeğin, sanatın -özellikle edebiyatımızın- konusu olması da son derece doğal. Mehmet Akif’in şu iki dizesi adeta bir atasözü niteliği taşır:
“Kim kazanmazsa bu dünyada bir ekmek parası,
Dostunun yüz karası, düşmanının maskarası.”
Cahit Irgat’ın şu iki dizelik küçük şiirine ne demeli:
“Fakirin ekmeği umut Ye Memet ye.”
Bu şiirin ilk dizesi, şairi bilinmeden günlük hayatımızda kullanılagelmektedir. Çünkü ne umutsuz ne de ekmeksiz yaşayabiliriz. Diğer bir Cahit, Cahit Sıtkı Tarancı, “Desem ki” şiirinin bir bölümünde şöyle diyor: “Desem ki sen benim için,
Hava kadar lâzım,
Ekmek kadar mübarek,
Su gibi aziz bir şeysin;
Nimettensin nimettensin.”
Şair o kadar çok seviyor ki, sevgilisini ekmek gibi kutsallaştırıyor. Şiirin sonuna doğru hızını alamayıp “Kabirde böceklere ezberletirim güzelliğini” diyor. Şairler böyledir işte! Hayal güçleri sınır tanımaz. Oktay Akbal’ın İkinci Dünya Savaşı yıllarını anlatan bir öykü kitabı vardır. “Önce Ekmekler Bozuldu”. Şunları yazar: “Önce ekmekler bozuldu, sonra her şey…Çünkü yer yüzünde savaş vardı. İnsanlar sebebini bilmeden, düşünmeden ölüyor öldürüyorlardı. Savaş kelimesi dünyanın her yerinde en çok kullanılan söz olmuştu. Radyolarda marşlar, nutuklar şaşkın insan sürülerinin üzerine savruluyor, gazeteler korkuyla okunuyordu…”
Orhan Kemal’in “Önce Ekmek” ve “Ekmek Kavgası” adlı öykü kitaplarında, ekmeğinin peşine düşen, yoksul insanların yaşadıkları anlatılır Muzaffer İzgü “Ekmek Parası” romanında yoksulluk içinde geçen çocukluğunu anlatır. Bir de Maksim Gorki’nin ünlü bir romanı vardır: “Ekmeğimi Kazanırken”. Orijinal adı mı böyleydi, yoksa Türkçe’ye bu adla mı çevrilmiş bilmiyorum. Yazıyı daha fazla uzatmamak için ekmekle ilgili şarkılara filmlere girmeyeceğim. Kısacası ekmek hayatımızın her alanına girmiştir. İster mecaz anlamda, isterse gerçek anlamda kullanalım, ekmeksiz günümüz geçmez.
Kişi başına ekmek tüketimi istatistiklerine göre, dünyanın en çok ekmek tüketen ülkesiyiz. Uzmanlar, protein, lif, kalsiyum, fosfor B1 ve B2 vitaminleri açısından zengin olması nedeniyle, sağlıklı beslenme için yeterince ekmek tüketilmesi gerektiğini söylüyorlar. Fakat her şeyde olduğu gibi, azı karar, çoğu zarar. Yeni kuşaklar ekmek tüketimini azaltsalar da ekmek kültürümüzdeki seçkin yerini korumaya devam edecektir. Çünkü atasözleriyle, deyimlerle, sanat eserleriyle kökleri çok derinlere inmektedir.
(9 Bin Yıllık Delikanlı Çumra Cilt 4, Sayı:5)
0 Yorum